Barış Acar

Ankara’yı Unutmak

In Eleştiri on Nisan 22, 2011 at 7:55 pm

Bu yazıya başlık atarken uzun uzun düşünmedim değil. Haksızlık mı ediyorum; incitici mi olacağım; çarpık mı görüyorum, bir de üstüne üstlük genelleştiriyor muyum acaba bu çarpık görüşü, diye. Bu adın bu yazıya neden konduğunu, nasıl bir anlam taşıdığını ve hangi sebeplerle kaçınılmaz olduğunu yazının sonunda gereçekçelendirebilirim umarım. Yine de benim açımdan sebatlı okurun daha baştan şunu bilmesi önemli:

Yazmasam olmayacaktı.

Geçtiğimiz hafta Galeri Artist Lab.’da Cansu Gürsu ve Uğur Güler için açtığımız “Tuval-Bedenler” sergisi dolayısıyla Ankara’daydım. İki genç sanatçı da, resmin ortadan kaybolduğu bir zaman diliminde bedenleri ile tuvali takas eden sanatçılardı. Yaşadıklarını tuvalde yaşıyorlardı. Boyayı tenlerinin astarına sürmekten korkmuyorlardı. Performans onların resmiydi. Onların dirimselliğini üstüme giyinip bir kez daha geçtim Ankara’nın sokaklarından. Hep ileri gösteren bir ok gibi aralarında dolandığım binaları bir kez daha selamladım. Büyük yolculuklarıma başladığım Karanfil Sokağı’nda tanıdık yüzler aradım. Sevgi Soysal’ın romanları peşi sıra bütün ara sokaklarını bilebilmek için çaba harcadığım bu büyük, gri, vaktinden önce yaşlanmış kent neden bu kadar sessizdi? Nasıl oluyordu da bir türlü bitmiyordu kendine yabancılığı? Kendini acıtmak için bu akıl almaz çabası niyeydi?

Sorular üst üste yığıldıkça sessizliğin perdesi aralandı.

Bir salon kentidir Ankara. Sokakları boş ama kitabevleri, cafeleri, sinemaları, tiyatro salonları hınca hınç doludur. Onca insanın nereden çıkıp da buralarda bir araya geldiğine şaştığınız gibi, nasıl olup bir anda buharlaştığına da şaşarsınız. Yıllar önce AST’ın salonunda “Bir Halk Düşmanı”nı izleyip, sonrasında o coşkulu insanları salonun dışında hiç bir şekilde tanıyamayacağımı fark ettiğimde anlamıştım bunu. Ankara, herkesten önce kendine yabancıdır.

Bozkırın mı etkisidir, bürokrasinin soluk benzinden midir, Ankara insanı yüzü karanlık karanlık gezer sokaklarda. Asık suratlıdan çok, gülmeyi hiç öğrenmemiş, gülümsemek nedir bilmemiş gibidir. Mutsuzluk onun iklimidir. Hele de Ege’den çıkıp gelmiş biri için ne zordur Ankara, Ankaralı. Deniz görürüm umuduyla tırmandığı her tepenin ardından ayaklarını sürükleyerek yürüyen, yorgun, bezgin insan yüzleri çıkar. Otobüs tutamaklarında, fatura kuyruklarında, konser salonlarında hep onlar vardır. Kendisine, hiç gelmeyen bir geleceğin penceresinden bakması öğretilmiştir. Yalnızca tarihsel bir varlık gibidir. Bu yüzden yaşadığı her günü tedirgin karşılamayı öğrenmiştir Ankara insanı. Bugünü kendisine vadedilmiş ve hiç gelmeyecek gibidir; şimdiki zaman kaçkınıdır.

Sanat ortamına da  derinden sirayet etmiştir bu tarihsellik duygusu. Kendisine sürekli bir gecikmiş eylem olarak bakar. Travmatiktir. Taşralılığını unutmak için öylesine İstanbul’un gözlerine muhtaçtır ki, kendisinin neden kenarda kaldığından yakınırken bile aslında çocuklarını boğmak için hasımlarıyla yarışır gibidir. Yeni bir oluşum, farklı bir çıkış, aykırı bir imza karşısında tavrı görmezden gelmek, yok saymak, inkâr etmektir; yerin dibine batırmak ve sonunda muzaffer bir kumandan edasıyla taze ruhları galebe çalmak, tarihsel alışkanlıkları arasındadır. Bu, Ankara’dır. Ankara’nın kendini bulma, kendi benliğini kurma biçimi.

Ankara, öncelikle kendisini saymaz; önemsemez. Belki de cumhuriyet tarihi boyunca kurulmaya çalışılan özgüven hiç varolmamıştır onda. Bir dönem öykü dergiciliği nedir, nasıl yapılır, yapılmalı mıdır diye araştırırken, hayretle gördüm; Anadolu’da dergicilik başlıklı tartışmalar için bile İstanbul’dan Enis Batur’un konuşmacı olarak çağrıldığını. Çünkü biz, Anadolu olarak, kendi kendimizin taşrasıyızdır her şeyden önce. Merkezden görüldüğümüz kadar varlık kazanırız. Can Dündar’ın söylediği gibi şairlerini kaçıran bir kent olarak Ankara, bir dönem devrimin ruhunu bedeninde taşımıştır belki ama bugünkü ortak aklına bakıldığında bu ruhtan ne kadar uzakta olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Kendini sürekli İstanbul’un ötekisi olarak gören bu Ankara, söylemler evreninde bir başkent olduğunu sanmaktadır; oysa eylemler evreninde bundan çok uzakta olduğunun o da bilincindedir. Bu yüzden git gide içine kapanır. Başkalarına, kalabalıklara, kendine küser. Kendi kendini yutar.

Oysa Ankaralılar cesurdur -çünkü Anadolu’dan güç alan bir merkez olarak ona yüz sürenler zaten cesur kimselerdir- ama Ankara bu cesaretten nasibini almamıştır -çünkü bu cesur kimlikleri yan yana getirecek kurumsal yapılanmalardan, bir araya gelişlerden, örgütlenmeden ölesiye korkmaktadır-.

“Ankara, entelektüeldir,” söylemi yıllardır dillerden düşmeyen bir efsanedir. Büyük üniversitelerin Ankara’daki baskısıyla oluşmuş, etkisi kendisinden çok sonra da hissedilebilen yazarlar, düşünce  insanları, öncü sanatçılar tarafından taçlandırılmıştır bu efsane. Oysa yakından bakıldığında bu lafın bile İstanbul’da yaşayanlar tarafından üretilmiş olduğu dikkati çekecektir. Entelektüel, birikimli, dönüştürücü bir Ankaralı olmak için Ankara’nın dışında olmak gerekmektedir. Ankara kendini unutarak bulur.

Üstüne üstlük bir Ankara körlüğünden de söz edilebilir. Dışarıyı algılayamama, etrafında nelerin olup bittiğinin farkına varamama durumudur bu. Eylemsizlik onu öylesine dondurmuştur ki, kendi gündemini ülkenin gündemi sanma yanılgısına öyle kapılmıştır ki, dünyanın dönmekte olduğunu bile zar zor kabul eder.

Ankara, iki tarafa da kapalı olan hüzünlü bir çıkmaz sokaktır. Sokağının çıplaklığıyla örter yalnızlığını. Karların altında Gençlik Caddesi’nden Yılmaz Güney Sahnesi’ne dönerken ansızın önünüzü keser “Dön Gel Sokağı”. Tüm metaforları içine dönüktür. Bütün pencereleri çıkmaz sokağının oluşturduğu avluya yüzünü dönmüş, kendi üstüne kapanmış bir kenttir Ankara. Kaçışsızdır.

Ankara, mülk almak için ele güne borç yapan ama gardan eve taksiye binmekten sakınıp elinde bavulları ailesini kilometrelerce yürüten bir babadır. En yakınındakine keskin kılıçtır.

Peki ya İstanbul, Ankara’dan bir çıkış olabilir mi?

Bunun üzerine uzun uzadıya konuşacak son kişiyim büyük olasılıkla. Yalnızca, Attila İlhan’ın İstanbul’u gözlerimin önünden geçerken, -her metropolün olduğu gibi- üstüne çöken kültür-politikaları tarafından sürekli yeni bir marka olarak içeriklendiğinden, onun da kendisi olma şansını sonsuza dek yitirmiş olduğunu düşünüyorum. Buna karşın İstanbul, insanın yüzüne ayna tutan bir kent. Sınırlarından hücum etmiş ne kadar insan varsa o kadar aynası olan, bu yüzden baştan aşağı kendi yansımasında parlayan bir kent; bu yüzden içi kıpır kıpır. Ankara ise bütün yansımaları yutan bir karadeliğe benzetilebilir.

Sözü bu kadar uzatmışken, topu, yazının başlığını kendisinden devraldığım, Baudrillard’a atsam çok mu ayıp etmiş olurum:

“Foucault’daki iktidar kavramı unufak edildiği zaman bile yapısal özelliklerini koruyan, kutuplaşmış, kusursuz bir soy ağacına sahip, sürekliliğini açıklayabilmenin olanaksız olduğu ve gizliden gizliye suçlanmasına karşılık hala aşılıp geçilememiş; mikroskobik noktalar ya da noktacıklar halindeki görünümlerinin bile bir bütünlük, bir bölünmezlik izlenimi verdiği bir kavram olmayı sürdürmektedir ve bu iktidar kavramının nasıl tersyüz edilebileceğiyse pek belli değildir.”

İşte, Ankara burasıydı. Baudrillard’ın Foucault’su benim Ankaramdı. Devasa cüssesiyle karşımda olduğunu bildiğim halde dokunamadığım, öfkelendiğimde tek bir yumruk bile atamadığım, sokaklarını adım adım gezip hakkında öyküler yazsam da, meydanlarından eylemlere katılsam da asla beni evladı olarak kabul etmemiş kocaman ama görünmeyecek kadar içimize işlemiş bir iktidar.

Ankara, Ali Şen’in hepimizi alıp dondurma yemeğe götürdüğü Gençlik Parkı’dır. O bile artık kendine yabancıdır.

Bir gıdım olsun nefes alabilmek için Ankara’nın dışını bulmak gerekir. Yaşayabilmek için Ankara’yı unutmak…

NOT: Bu yazı, “Proun Odası” üstbaşlığını verdiğim ve bir sanat tarihçisi olarak sanat eleştirisinin bugünü üzerine odaklandığım bu dizinin son yazısı. Çağdaş sanatın bugünü için güncelliği ıskalamadan ama gazeteciliğin genellikle kulak ardı ettiği kavramsallıktan da ödün vermeden -“bugün için tarih” mottosuyla- bir eleştiri kurulabilir mi sorusu benim açımdan tam olarak yanıtlanmadan kalacak. Kapısına kilit vurup gitmiyorum ama kimsenin girmeye istekli olmadığı bir oda gibi penceresinden atlayarak terk ediyorum onu. Belki, bu sıklıkta olmasa da, Proun Odası’nın kapıları yeniden açılabilir. Henüz kesin bir şey söylemek zor. Yine de o güne dek, Lissitzky’nin çağrısına, sanatın içinde yaşayabileceğimiz bir oda olabileceğine inanmayı sürdürün lütfen.

Yıkarım, Yıkarız, Yıkarlar… Yıkım

In Eleştiri, Kitap, Sergi on Nisan 20, 2011 at 6:59 pm

Hal Foster’ın kitabında (Compulsive Beauty) Deleuze’ün 1983’te yazdığı bir makaleden yaptığı alıntıyı görmeseydim, bugünkü yazım sanat tarihçisi Georges Didi-Huberman’ın Fransız Kültür Merkezi’nde yaptığı konuşma üzerine olacaktı. Gözüm salonda başka bir sanat tarihçisine rastlamasa da ben bu kışkırtıcı teorisyenden hareketle sanat tarihinin yöntemi üzerinde duracaktım. Hayli teknik ve teorik olmasından korktuğum bu yazıyı, Deleuze’ün October’ın 27. sayısında yayımladığı “Plato and Simulacrum” makalesinde yer alan aşağıdaki sözleri şiddetli bir biçimde kesti.

“Tasarımlar, modeller ve kopyaların kurulu düzenini koruyan ve sürdüren (ebedileştiren) yıkımla, yaratıcı bir kaos başlatan model ve kopyaların yıkımı arasında büyük fark vardır.”

Deleuze tanımladığı yıkımlardan ilki, kopyayı süreğenleştiren, “eski”nin yerine “yeni”nin geçtiği yanılsaması üreten yıkım. “İdea”yı ya da “norm”u süreğen kılıyor. Aslında yıkmayan bir yıkım yani. İkincisi ise kendisi yıkıcı olan modelleri yıkıyor. Gerçek anlamda yıkıcı olacak örnekleri ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla “yıkım” bir kez daha ertelenmiş oluyor.

***

“Yıkım” denince aklıma Gordon Matta-Clark geliyor. Evleri ortadan ikiye kesen, ortalarına delikler açan, kurulu düzenlerimizi yıkmak için en güvenli alanlarımıza saldıran dahi. UbuWeb’den yıkımının kayıtları izlenebiliyor: (http://www.ubu.com/film/gmc_splitting.html) Ayrıca Vimeo’dan Conical Intersect’in kaydını bulabildim:

***

Kolektif-avangard inisiyatif Sürrealist Eylem Türkiye’nin mayıs ayında yapacağı “Yıkım 2011” sergisinin duyurularını büyük bir iştahla takip ediyorum. (http://destruction2011.com/)

“Yıkım, ekolojik yıkım, Maya takvimindeki 5. güneşin gelişi, küresel kapitalist hegemonyanın geleceği, 3. Dünya Savaşı, Babil kehanetleri üzerine başlayan tartışma ve bu süreçten çıkan çağrı metni ile yola çıkmış, tamamen bağımsız bir sergidir. Serginin konsepti doğrultusunda, yurtiçi ve dışından yaklaşık 60 sanatçının, çok çoğunluğu direkt sergi için üretilmiş ya da ülkede ilk sergilenecek yapıtlarından oluşmaktadır. Performans geceleri, tartışma metinleri, blog, forumlar, film gösterimleri ile beslenen bir kampanya olarak yatay bir biçimde örgütlenmektedir.”

Onlar da birer stüdyo sanatçısı değil!

***

Mehmet Aksoy’un Kars’taki heykelinin yıkılması buyruğu üzerine şunları söylemiştim:

“Bir Roma geleneğidir suçluyu atlara bağlayıp parçalara ayırmak. Kefarette sürer. Diyet, borçluyla alacaklı arasındaki son hükümdür. Bedenle ödenir. Ödetme, zulmetme, sahiplik hakkı olan alacaklı, ancak yıkarak, parçalara ayırarak, eriterek hıncını alır. Suçluya ‘bedel’ ödetmek gerekir.”

Yıksınlar!

Yıkılmalı!

***

Bedri Baykam’ın “Hastane” diye bağıran gerçeküstü görüntüsü gitmiyor gözlerimin önünden. Yıkılmıyor!

***

Gerçeküstücülerin “tekinsiz”ini (uncanny) düşünüyorum. Foster, Freud’a yaslanarak tekinsiz “travma”dan doğar diyor.

Sanatın travması ya da travma olarak sanat!

***

Sanat, genelgeçer olanı, kabuklaşmışı, durağanı yıkabilir mi? Proudhon’un izinden giden avangard bir olanak hâlâ var mı?

Anladığım kadarıyla Deleuze’ün makalesi Platon’un sanata meşhur karşı çıkışı üzerine. Onun sanatçıyı Devlet’inden kovuşunu, kopyanın (sanatın) orijinalin (ideaların) kötü bir taklidi olmasına değil, sanatın orijinalle kopya arasındaki hiyerarşiyi bozmasına bağlıyor. Platon, sanatın, yaratıcılığın, hayalgücünün ideaların yerini tutmasına itiraz ediyor.

Fantezinin ideal olanı yıkma ihtimalinden korkuyor.

***

Foster’dan son tip:

“Harabede kültürel ilerleme, doğal entropi tarafından zapt edilmiştir.”

Hafriyat topluluğunun kuruluş aşamasında buradaki doğal yıkımı (entropik kaosu) görmüş olduğunu düşünüyorum.

***

Sanat tarihi kendisini yıkacak “kudret”e sahip mi?

Hans Belting’in değindiği gibi, akademik nesneleştirmeden önceki estetik deneyim -bu kez çağdaş sanat lehine- yeniden ele alınabilir mi?

Huberman, parçalara ayırmayı sonra da birleştirmeyi yöntem olarak sahne sahne uyguluyor Pasolini filmlerine. “Montaj yokluğu yeni bir montaj doğurur,” diyerek bitiriyor konuşmasını. Salonda, “montajın kötülüğü” üzerine henüz yazmış bir sanat eleştirmeninin karşısında.

Bir şey ifade eder mi?

***

Ölseydi, gençlik fotoğraflarının yanına taziyeler ekleyip dehasını bulmaya girişmeyecek miydik?

Travmadan sonra, organizmik montaj masasında yeniden inşa edildiğinde Bedri Baykam, “yaratıcı bir kaos başlatan model” olacak mı hâlâ?

Ne zaman yıkılacak?

Avangard Yıkıcı, Snobizm Bulaşıcıdır!

In Eleştiri, Kitap on Nisan 18, 2011 at 3:11 pm

“Sizin avangardınız (öncünüz) biz sanatçılar olacağız. Çünkü en ani ve en hızlı etki eden güç, sanatın gücüdür […] İnsanların hayal gücüne ve duygularına seslendiğimiz için, her zaman en kuvvetli ve en kararlı etkiyi biz yaratırız.”

19. yüzyılın ilk yarısında Saint-Simon toplumda dönüşümü simgeleyen kesimlere böyle sesleniyordu. Ali Artun’un yayıma hazırladığı Sanat Manifestoları’nda rastladığım bu ifade, beni çağdaş sanat ve avangard üzerine sürekli yeniden düşünmeye çağırıyor. Bugün hangi gruptan kaç sanatçı kendinde bu gücü görüyor?

 

Avangardı Ütopyasından Ayırmak

Baskın eğilim, sanatın dönüştürücü gücü söz konusu oldu mu, bıyıkaltından gülmek. Sanatçısı, sanat kurumu, akademisyeni… Hep bir ağızdan. Bununla da kalmıyor. Bir yandan avangard tutum kısa yoldan modernizm söylemine bağlanarak onun ütopyacılığıyla dalga geçilirken, bir yandan da ütopyaya sahip olmak bir tahakküm biçimiymiş gibi algılanıyor/ algılatılmaya çalışılıyor. Oysa, Hal Foster Compulsive Beauty (Zoraki Güzellik) kitabında bu tavrın gözlerine kısa süreli de olsa fener tutuyor. Postmodernist eleştiri modernizmin manifestolarını, ütopyacılığını hep “olmayacak işe soyunmak” saydı, küçümsedi; ıskaladığı nokta ise zaten çoğu modernist sanatçı için hedefe koyduğu şeye ulaşmak ya da ulaşamamak değildi sorun, ütopyanın gerçekleşemeyecek oluşunun farkındaydılar, yalnızca bunu denemek gerektiğini, başka türlü yaşamanın sefalet olduğunu söylüyorlardı, diyor. Postmodern eleştirinin bunu görmediğini ya da bilinçli olarak görmezden geldiğini söylüyor Hal Foster.

Bu noktada, “Sanat Manifestoları”, genellikle modernist projeye, oradan da Aydınlanma’ya eklemlenen avangard hareketlerin asıl özünün Fransız Devrimi’nde, oradaki özgürlük ve eşitlik idealinde, Courbet’yi, Baudelaire’i etkileyen Proudhon’da, onun “mülkiyet hırsızlıktır”, “anarşi düzendir”, “yıkmak şiirseldir” sözlerinde gizli olduğunu yeniden anımsatıyor. Avangard sanatçı yıkarak kendini kuruyor, kaosun içinde başka bir dünya arıyor, sahip olmak yerine yeryüzünün bir parçası olmaya çalışıyor.

Her güzel sanatlar fakültesi öğrencisinin, her amatör sanatçının, her sanat meraklısının gönlünde bir “avangard” yattığını düşünüyorum. Ne var ki, o avangard ya okul koridorlarında sindiriliyor, ya görmezden gelinip daha sonra (para edeceği bir dönemde) iade edilmek üzere itibarı iki paralık ediliyor, ya da piyasa ilişkileri içinde her geçen gün biraz daha ayaklar altına alınarak kirletiliyor.

 

Kültür Analizi ve Etnograf Sanatçı

Dünya avangard sanatçının oyun alanıdır ve o bu oyunu büyük bir ciddiyetle oynar. Onun çözümlenmesi, deşifre edilmesi, alternatifinin gösterilmesi başlıca amaçları arasındadır. Eleştiri avangardın ilk işidir. Bunu yaparken kendisini eleştirisinden ayrı tutmaz. Bu yüzden istemese, nefret ettiğini söylese de refleksiftir (düşünme süreçleri üzerine de düşünür); kavramsallık onun özüdür. Bu kavramsallık tek tip olan yerine farklılıkların bir arada olmasına olanak tanır. Her yeni durum için yeni bir deney öngörür, sonucunda yeni bir denklem üretir. Avangard sanatçı içinde bulunduğu toplumsal yapıya karşı bir etnograf gibi harita çıkarır. Karşımıza hangi kılıkta çıkarsa çıksın “kültür analizi” onu ayırt etmemize olanak sağlar.

Avangard sanatçı kültürel yapıyı hedef alır. Asla tamamlanmış ve donuk olarak görmediği “kültür” onun için zaman zaman başlıca saldırı konusu olsa da bunu bir tür üst-kültür tavrıyla yaptığı için kendi içinde çelişkilidir. Ne var ki, bu çelişki ona zarar vereceği yerde onu besleyen unsur olur. Çünkü eleştirisini yaparken ilk taşı kendi kafasına atar. Bütün avangard sanatçıların en çok kendi kendilerinin kurtları olması, erken yaşta ölüp gitmeleri ya da bir süre sonra kendi karanlıklarında kaybolmaları bu sahihliğin göstergesidir.

Öte yandan, modernist tasnif edici söylem, bütün bir kültür dünyasına yaptığı gibi, manipüle etmek amacıyla onun da etrafını ustaca dolanmasını bilmiştir.

Modernizm sınıflandırmasında avangard “üst-kültür” tanımının içine sıkıştırılır. Üzerine kafa yoranlar, onu Saint-Simoncı etkin varlığından sıyırarak, diğerleri arasında bir “tür”e, bir “akım”a, bir “kategori”ye dönüştürürler. Bu noktadan itibaren avangard için iki yol kalır: Ya bu söylemden kaçıp sonsuz bir müphemlik alanında kaybolacak ya da en istemediği şeye dönüşerek kendi kendinin karikatürü olacaktır.

Kavramsal olarak düşünen bir kafa için “müphem olan”ı tercih etmek, özyıkımı da beraberinde getireceğinden, cesaret ister.

Modern Snobizm ve Postmodern Snobizm

Diğer çıkışın önü ise snobizm (züppelik) tarafından kesilmiştir. Plastik sanatlar evreninde akademide bol bol karşılığı bulunan “burnundan kıl aldırmaz tutum” git gide avangard sanatçıya ve onun yarattığı alternatif alana sirayet eder. Kendi sınırlı çevresinden başka kimseyi tanımaz. Ortaya attığı kavram ya da öneri kendisinin malıdır. Onu yurtiçinde ve yurtdışında ancak o temsil edebilir. Yazılacak bir şey varsa o yazmıştır, söylenecek bir şey varsa o söylemiştir ya da “öteki” ancak ondan icazet alarak rol çalabilir. Öncesiz ve sonrasızdır. Ulaşılmazdır. Asla dinlemez. Sürekli yargı verir. Eleştirisini yaptığı kültür endüstrisinin sıkıcı nesnelerinden birine dönüşür.

Kabul etmek gerekiyor ki, avangard özün bir sonucu olarak ortaya çıkan etnograf-sanatçı bugün, 60’ların özgürlük söyleminin ya da 80’lerin, 90’ların estetik karşıtlığının yokluğunda, git gide teatralleşerek var oluyor. Araştırma yapıyor, ama sonuçlarının bir şeyi değiştirmeyeceğini düşünerek; dokümantasyon yapıyor, ama kimsenin onları okumadığını görerek; sergi yapıyor, ama kendi sergisi üzerinde bile kavramsal ya da estetik bir hakimiyeti olmadığını bilerek.

1990’larda avangard ruhtan beslenerek akademiye ve modernist bürokrasiye karşı duran, sanat yapıtının alımlanışı için Türkiye ölçeğinde yeni bir epistemonojinin yerleşmesi için çaba harcayan çağdaş sanatın bugün cevaplaması gereken soru, “kültür analizi”nden “kültür endüstrisi”ne ne kadar terfi ettiğiyle ilgili olandır.

Avangardı önce herhangi bir sanatçı yapacak, sonra da piyasa ilişkilerinde tüketecek tavır “snobizm”dir. İroni içinde bile  ironik olarak metamorfoz tamamlanır ve ütopya karşıtına dönüşür. Belki de şunu söylemenin tam zamanı: avangardın dışı “kitsch”tir.